‘C’est lui, c’est notre Kurde, le cheih Saïd, un homme très érudit, un philosophe extraordinaire…Son odyssée, sans éclipser celle d’Homère, est très émouvante.’ (Bu o, bizim Kürt, Şeyh Said; derin bir bilge, olağanüstü bir filozof… Onun serüveni, Homeros’unkini gölgede bırakmasa da, son derece dokunaklıdır.)
Le Journal de Salonique, 1908
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan modernleşme sürecinde, Kürt aydınlarının tanıklıkları çoğu zaman seçici bir sessizliğe gömülmüştür. Bu meyanda Kürt ulemasının önemli ismi Said Nursi’nin bu perdelenmeye maruz bırakılışı çok yönlüdür: Metinlere yönelik sistematik tahrifatlar, bağlamından kopuk ve indirgemeci okumalar, resmi ve ideolojik bilgi rejimlerinin dayattığı epistemik tasfiye süreçleri ile hala gün yüzüne çıkarılmayı bekleyen farklı dillerden çok sayıda belge…
Bu çalışma, Said Nursi’ye dair Le Journal de Salonique gazetesinin 1908 tarihli sayılarında yayımlanmış yazıları inceleyerek, uzun yıllar arşivlerde sessizce bekleyen bu materyalleri literatüre kazandırmaktadır. Nursi araştırmalarında ilk kez ortaya konan bu kaynaklar, onun erken dönem kamusal görünürlüğüne ve Selanik’te öne çıkan politik ve entelektüel serüvenine ışık tutmaktadır.
“Cheikh Said”
Selanik’in ilk Fransızca gazetesi olarak öne çıkan Le Journal de Salonique, Sefarad burjuvazisi ve aydınları tarafından çıkarılmıştır. 1895 ile 1911 yılları arasında yayımlanan bu gazete, Judeo-Espagnol konuşan bir cemaatin sosyo-kültürel, ticari ve entelektüel dünyasına ayna tutmuştur. Le Journal de Salonique sayfaları, azınlık bir cemaat için Osmanlı vatandaşlığı ile Fransız modern dünyası arasında kültürel bir köprü işlevi görmüştür. Gazete, özellikle II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Osmanlı kamuoyunda gelişen özgürlükçü ve çoğulcu tartışma ortamını ve Selanik merkezli Osmanlı sosyo-politiğini yeniden düşünmeye imkan sunmaktadır.
Gazete, Eylül 1908 tarihli üç ayrı sayısında, Said-i Kürdi hakkında dikkat çekici bir yazı dizisine yer verir. Max Yvel imzası taşıyan dosyada Said-i Kürdi için kullanılan isim “Cheikh Said”dir. 6, 8 ve 10 Eylül 1908 tarihlerinde yayımlanan yazılar, hem anlatı hem de söyleşi formatındadır. İlk iki sayıda Said-i Kürdi’nin fiziksel görünümünden derin bilgeliğine, genç yaşta gördüğü rüyanın etkisiyle başladığı ilim ve irşad yolculuğundan, Kürdistan, İstanbul ve Selanik serüvenine kadar çeşitli yönleri ele alınırken; üçüncü bölüm, Kanun-u Esasi, Sultan Abdülhamid, İttihat ve Terakki Komitesi, Osmanlı demokrasisi ve Kürdistan üzerine Nursi ile yapılmış bir mülakatı içermektedir.
Bediüzzaman ile Selanik’te yapılan bu röportaj, onu hem bir alim olarak, hem de siyasal meselelere müdahil politik bir figür olarak konumlandırır. Verdiği cevaplarda Kürdistan’ın pastoral manzarasını ve entelektüel potansiyelini yansıtan Nursi, etnik ve dinsel topluluklar arasında adalet, temsil ve özgürlük ilkelerine dayalı yeni bir toplumsal düzen tasavvurunu da ortaya koyar. Genç Said’in politik vizyonuna hayranlığını gizleyemeyen Yvel, röportajı şu ifadelerle noktalar: “Ainsi parla le Cheih Saïd et il parla d’or” — “Şeyh Said konuştu ve altın değerinde sözler söyledi.”
***
Hürriyet Meydanı’ndan Le Journal de Salonique sayfalarına uzanan Said-i Kürdi’nin Selanik serüveni, bize kişisel bir hikayeden ziyade, vilayetin kozmopolit dokusu içinde Kürt entelijansiyasının arayışını anlatır. Bu arayışın saiklerinden biri, Selanik’in dönemin yeni siyasal ve entelektüel aktörleriyle buluşma zemini sunmasıdır.
Bu zeminin oluşmasında belirleyici etken, Selanik’in 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı modernleşme hareketleri ve siyasal reformlarının uygulandığı öncü vilayetlerden biri haline gelmesidir. Vilayet; çeşitli cemaat kurumları, kulüpler ve kıraathanelerde örgütlenen Türk, Rum, Bulgar, Arnavut, Yahudi, Ermeni ve diğer etnik-dini unsurların yaşadığı çok kültürlü toplumsal yapısı ile zengin basın-yayın faaliyetleri sayesinde pek çok fikri hareketin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Paris, Cenevre ve Kahire, sürgündeki Jön Türklerin siyasal faaliyetlerine sahne olurken; Selanik, Osmanlı toprakları içindeki en önemli merkezleri olmuştur. Şehir, 1912’ye dek süreci perde arkasından yöneten İttihat-Terakki’nin Merkez-i Umumi üyelerine ev sahipliği yapmış ve Meşrutiyet’in ilanı ile 1908 seçimleri arasında özellikle İstanbul’dan yoğun ziyaretçi akınına uğramıştır.
Said-i Kürdi, Eylül 1908’de Osmanlı unsurlarının birliğini, ilerlemesini, özgürlüğünü ve eşitliğini vadeden yeni sistemin etkili aktörlerine Kürtlerin haklarını hatırlatmak (Nursi, 2019, ss. 22, 140, 145) ve aynı zamanda bir İslam alimi olarak Batı kamuoyuna perspektiflerini sunmak üzere Selanik’e gitmiştir. Orada gerçekleştirdiği temaslar ve meydan konuşmaları, onun Meşrutiyet’e dair beklentilerini, İttihatçılarla ilişkilerini ve bu bağlamda Kürt stratejisinin ne olduğunu anlamak açısından önemlidir. Özellikle Arnavutları siyasal duruş ve cesaret bakımından örnek göstererek Kürtleri benzer bir pozisyon almaya teşvik etmesi; İstanbul’a dönüşünde arkadaşlarıyla birlikte Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin (KTTC) kuruluş sürecini başlatması; Misbah, Şura-yı Ümmet, Şark ve Kürdistan, Kürt Teavün ve Terakki gibi yayınlar aracılığıyla kamuoyuna verdiği mesajlar, onun Selanik’te şekillenen siyasi ve entelektüel motivasyonlarının belirgin göstergeleridir. Bu konteks, aynı zamanda sürecin ilk Kürt politik örgütlenmesi olan KTTC’nin, Jön Türklerle sürdürülebileceğini düşündüğü pragmatik işbirliği zemininin başlangıcına da işaret eder (Zınar, 2022, ss. 60–70).
Said Nursi, İttihat ve Terakki Komitesi’ne karşı genel tutumunu her ne kadar “şiddet-i muhalefet” olarak nitelendirse de (Nursi, 2019, s. 55), 1908’de ortaya çıkan siyasal konjonktürde iki temel mesele üzerinde yoğunlaşmıştır. Birincisi, istibdatla bağdaştırılamayacak; aksine hürriyet, adalet, eşitlik ve bilimin manevi teminatı olan bir İslami anlayışın geliştirilmesidir. İkincisi, İttihatçı elitler arasında giderek güç kazanan erken tekçi ulus-devlet yaklaşımına karşı, farklı ulusların siyasal temsiline dayanan çoğulcu bir düzenin savunulmasıdır. Bu çerçevede Nursi, ulusal misyonu itibariyle, Kürtleri tefrikadan kurtulup milli bir birlik etrafında kenetlenmeye ve böylelikle Osmanlı siyasetinde etkin bir güç olarak varlık göstermeye davet etmiştir (Nursi, 2019, s. 188).
- Meşrutiyet’in ilanı, farklı etnik ve dini toplulukların ulusal varlıklarıyla siyasal alanda görünür olabilecekleri yönünde büyük bir umut doğurmuştur. Bu nedenle Meşrutiyet kadroları geniş toplumsal destek kazanmış, ancak kısa sürede özgürlükçü ve eşitlikçi çizgiden uzaklaşarak giderek otoriterleşmişlerdir. Nursi, KTTC misyonu doğrultusunda, dindar ve farklı kimliklerin hürriyetine saygı gösteren, iş birliğine açık bazı İttihatçılarla stratejik ittifaklar geliştirmiş olsa da, yapıyı genel olarak “despotik bir reenkarnasyon” vakıası olarak nitelendirmiştir (Nursi, 2019, s. 175). İttihat ve Terakki içindeki otoriter, sekülarist, masonik ve asimilasyonist eğilimlerle ilk karşılaşmasından itibaren derin bir düşünsel çatışma yaşayan Said Nursi, muhalif tutumunu sürdürmesi nedeniyle dönemin müstebit İttihatçı kabinesi tarafından hapsedilmiştir.
Le Journal de Salonique Sayfalarında Said-i Kürdi
Aşağıda, 1908 yılında Le Journal de Salonique gazetesinde yayımlanan ve Said-i Kürdi’ye dair önemli bilgiler içeren sayfaların orijinal görüntüleri, metin versiyonları ve çevirileri yer almaktadır. Çeviride yer alan dipnotlar, konuyu zenginleştirmek amacıyla tarafımızdan eklenmiştir. Gazetenin Fransa Ulusal Kütüphanesi’nin dijital arşiv platformu Gallica’daki nüshalarının eksik taranması nedeniyle bazı detaylara ulaşmak güçleşmektedir. Fiziksel nüshaların incelenmesiyle daha bütünlüklü verilere ulaşmak mümkün görünmektedir. Bu doğrultudaki araştırmalarımız devam etmektedir.
BELGE 1:
(Journal de Salonique, 6 Eylül 1908)
[Text version]
.…….Olympos Palace, un homme bizarrement accoutré, avec des cheveux très abondants, à demi bouclés enfermès dans un kullah autour duquel s’enroule un mouchoir en guise de turban. C’est lui, c’est notre kurde, le cheih Saïd, un homme très érudit, un philosophe extraordinaire.
Cheih Saïd a trente ans, mais il peut en montrer aux plus âgés, aux plus savants. Malgré son jeune âge, il en a déjà vu de toute les couleurs. Son odyssée, sans éclipser celle d’Homère, est très émouvante. Il a voulu voir Constantinople, où il a connu la prison, où il fut traité de fou, heureusement, car si on avait reconnu sa sagesse on l’aurait peutêtre fait disparaître.
Sheih Saïd est donc un homme excessivement intéressant, un être très curieux à connaître et on ne peut plus vif d’imagination. Ses théories du monde sont très originales, sont système philosophique, merveilleux. Nous consacrerons une étude au Cheih Saïd. Nous avons voulu dès aujourd ‘hui dire deux mots de cet homme extraordinaire, dont toute la Turquie, et peutêtre aussi l’Occident, ne tarderont pas à s’occuper./ Max Yvel
[Çeviri]
……. Olympos Palace’da, tuhaf giyimli bir adam belirdi; yarı kıvırcık, oldukça gür saçları bir küllahın içine hapsedilmiş, etrafına sarık yerine bir mendil dolanmıştı. Bu o, bizim Kürt, Şeyh Said; derin bir bilge, olağanüstü bir filozof.
Şeyh Said otuz yaşında, ancak yaşça büyükler ve en bilginlerin bile gerisinde kalmayacak bir olgunluğa sahip. Genç yaşına rağmen, hayatın bütün renklerini görmüş. Onun yolculuğu, Homeros’un yolculuğunu gölgede bırakmasa da, oldukça dokunaklıdır. İstanbul’u görmek istemişti; orada hapse düştü, delilikle suçlandı — iyi ki öyle oldu, çünkü bilgeliği fark edilseydi, belki de ortadan kaldırılırdı.
Şeyh Said, son derece enteresan bir adam; tanınması gereken, çok merak uyandırıcı ve hayal gücü son derece dinamik bir kişilik. Dünya görüşleri oldukça orijinal, felsefi sistemi ise harikuladedir.
Şeyh Said üzerine bir çalışma yapacağız. Bugünden itibaren, bu fevkalade adam hakkında birkaç kelam etmek istedik; zira yakında yalnızca Türkiye değil, belki Batı da onunla ilgilenecektir./ Max Yvel
BELGE 2:
(Journal de Salonique, 8 Eylül 1908)
[Text version]
Cheih Saïd
La vie de cet homme extraordinaire tient de la légende. Si nous n’avions pas eu à constater personnellement une foule de faits, si le cheih lui-même n’était là pour en faire la preuve, nous aurions toutes les peines du monde à croire à tant de merveilleux.
Tout jeune encore, Cheih Saïd fit un rêve, plutôt eut un beau songe. Il vit tous les saints de l’histoire, il vit les prophètes et eut un entretien avec Mohamet.
En se réveillant, l’enfant réfléchit à ce qu’il venait de rêver et se dit qu’il y avait là pour lui une indication. Les personnalités vues en rêve appartenant toutes à l’élite, l’enseignement à tirer pour lui était qu’il devait s’instruire pour bien comprendre les apparitions de sa vision et s’en approcher par les actes.
Dès le lendemain, l’enfant insistait tellement auprès de ses parents que ceuxci finissaient par l’envoyer à l’école. Dans tous les «medressés» qu’il fréquenta, Saïd dut étonner ses condisciples et les maîtres eux-mêmes.
A dix-huit ans il se mettait à parcourir les montagnes du Kurdistan, à commencer par le vilayet de Bitlis. Durant douze ans, Cheih Saïd ne quitta pas les massifs escarpés d’où il prêchait la religion et l’instruction qui non seulement ne s’excluent pas, mais encore se complètent et s’harmonisent.
C’est par milliers que se comptent les adeptes que Cheih Saïd groupa autour de lui et qui le vénéraient comme un fétiche. Un geste du cheih eût suffi pour lancer dix, vingt, ………..
[Çeviri]
Şeyh Said
Bu olağanüstü adamın hayatı, adeta bir efsaneyi andırır. Eğer bizatihi pek çok olayı gözlemlememiş olsaydık, şayet Şeyh’in kendisi bunca şeye delil olarak karşımızda durmuyor olsaydı, bunca harikulade şeye inanmak bizim için son derece güç olurdu.
Henüz çok gençken, Şeyh Said bir rüya — güzel bir rüya — gördü. Tarihteki tüm evliyaları, peygamberleri gördü; ve Muhammed (Peygamber)’le sohbet etti. Çocuk uyanınca, gördüğü rüya üzerine düşündü ve bunda kendisi için bir işaret bulunduğunu kendi kendine söyledi. Zira rüyasında beliren kişiliklerin tamamı seçkinler zümresindendi; bu da ona, onların zuhurunu hakkıyla anlayabilmek ve onların yoluna fiilen yaklaşabilmek için kendisini ilimle donatması gerektiğini gösteriyordu.
Ertesi günden itibaren çocuk, ailesine öyle ısrarla yaklaştı ki, nihayetinde onu okula göndermek zorunda kaldılar. Said, devam ettiği tüm medreselerde hem arkadaşlarını hem de hocalarını hayrete düşürmekteydi.
On sekiz yaşına geldiğinde, Bitlis vilayetinden başlayarak Kürdistan dağlarını dolaşmaya başladı. On iki yıl boyunca Şeyh Said, sarp sıradağları hiç terk etmedi. Oradan din ile eğitimi[1] vaaz etti; çünkü ona göre bu iki alan birbirini dışlamaz, aksine birbirini tamamlar ve uyum içinde ilerler.
Şeyh Said’in etrafında topladığı ve onu tılsımlı bir kişi gibi gören taraftarlarının sayısı binlerle ifade ediliyordu. Şeyh’in tek bir işareti, on, yirmi…….kişiyi harekete geçirmeye yeterdi…………./Max Yvel
BELGE 3:
(Journal de Salonique, 10 Eylül 1908)
[Text version]
OPINIONS DU CHEIH SAID
— Que pensez vous de la Constitution, demandons nous au Cheih Saïd?
—C’est là une bien bonne chose, Monsieur. Je suis pour la Constitution intégrale; j’ai été heureux de pouvoir parler dans ce sens aux foules qui voulaient bien recevoir mes enseignements.
—Mais votre enseignement était purement religieux.
—Et bien?
—N’y a-t-il pas opposition entre le principe constitutionnel et le concept religieux?
—Mais nullement. Que dit le Coran ? de respecter toutes les religions qui ont chacunc un principe divin. La constitution établit l’égalité de tous à n’importe quelle religion qu’ils appartiennent. Il n’y a donc là rien qui contredise la religion. Puisque nous respectons, les convictions, nous devons accepter le principe constitutionnel qui a ainsi une origine religieuse. Nous serions de mauvais musulmans dans le cas contraire et l’on sait que nous sommes de bons croyants.
-Alors vous acceptez la constitution?
-Elle nous est recommandée par notre religion, donc elle est bonne.
—Que pensez-vous du Sultan?
—Je pense qu’il peut être le meilleur des souverains.
—Est-ce sa qualité de Khalife qui vous fait ainsi parler?
—Non pas. C’est au contraire la seule chose que l’on peut critiquer. Etre Khalife c’est pour ainsi dire intercepter la commanication et aussi la communion entre Dieu et le peuple. Or, il ne doit pas y avoir, il ne faut pas mettre de barrière devant la divinité. Ce titre de Khalife me paraît superflu.
— Vous préconisez alors une sorte de démocratisation nationale?
—Absolument. Tous pour un, un pour tous. C’est là ce qui peut nous unir étoitement et nous rendre forts. L’union matérielle, la communion d’idées, l’unité de pensée.
—Avez-vous approché le souverain ?
—Non pas. Sa renommée d’homme supérieurement doué venait jusqu’au Kurdistan. C’est justement ce qui nous frappait. Comment, disions-nous, un être aussi supérieur peut-il être si mal disposé envers ses propres sujets? Nous avons vu, grâce à la constituion, que le mal gisait dans l’entourage. Les hommes néfastes disparus, le souverain et le peuple se connaîtront mieux et s’aimeront. En octroyant la constitution, le Sultan a certainement compris qu’il était le premier à en profiter à tous les points de vue. Nous l’aimerons davantage.
—Et le Comité Ottoman?
— Son œuvre est grandiose. Il faut être doué de beaucoup de qualités pour faire œuvre utile. Donc, les nombres qui composent le Comité et ont accompli un aussi grand prodige, sont supérieurs aux autres. Ce Comité a accompli, dis-je, une œuvre grandiose. Mais ce n’est là qu’un commencement. Il reste encore beaucoup à faire. La meilleure façon de poursuivre une chose c’est de s’y consacrer aveuglément. Le” Comité a travaillé dans l’ombre pour obtenir la Constitution, il doit travailler encore dans l’ombre pour obtenir tout le reste. L’avantage qu’il y à s’effacer est double: On abat plus de besogne et cela ne laisse pas de champ aux idées personnelles, aux ambitions aussi légitimes soient-elles. Et puis, le prestige du Comité augmente. Ce corps aussi puissant demeure intangible et il grandit encore plus aux yeux du profane qui enregistre les progrès réalisés et ne voyant pas ceux qui en sont les auteurs, se les figure plus grands, plus puissants qu’ils ne peuvent l’être. L’invisible est un attrait de plus.
—Si vous nous parliez du Kurdistan?
—C’est un pays de progrès, monsieur; un terrain très favorable à la culture, intellectuelle. Mon but est de travailler toujours à la diffusion de l’instruction dans tout le Kurdistan. La contrée n’est pas sauvage, elle est au contraire riante de verdure, abondante en eaux, aux vallons reposants, aux sommets boisés, aux gorges où le gazouillis des oiseaux se mêle au murmure de l’eau. Je suis partisan de l’influence du milieu. Dans un milieu aussi pastoral, les idées systématiquement arriérées ne peuvent pas fleurir. Mes ernationaux ont de très bonnes dispositions pour se développer intellectuellement. Le tout est d’arriver à former une classe enseignante. Grâce aux étudiants chargés de diffuser les connaissances, le Kurdistan qui a été aussi réputé par son ignorance, le sera par sa science, sa contribution à la civilisation, ses services à la patrie commune.
…………………………………………
Ainsi parla le Cheih Saïd et il parla d’or./Max Yvel
[Çeviri]
ŞEYH SAİD’İN GÖRÜŞLERİ
—Kanun-u Esasi hakkında ne düşünüyorsunuz, diye sorduk Şeyh Said’e.
—Bu oldukça iyi bir şeydir, beyefendi. Ben Kanun-u Esasi’nin bütünlüğünden yanayım. Öğretilerimi benimsemeye hazır bir kitleye bu doğrultuda konuşabildiğim için memnuniyet duydum.
—Ama sizin öğretiniz tamamen diniydi.
—Eee, yani?
—Kanun-u Esasi ile dini anlayış arasında bir çelişki yok mu?
—Kesinlikle hayır. Ne diyor Kur’an? Her biri ilahi bir kökene dayanan bütün dinlere saygı göstermemizi emretmektedir. Kanun-u Esasi ise, mensuplarının hangi dine bağlı olduklarına bakmaksızın, herkesin eşitliğini teminat altına almaktadır. Böylece, burada dine hiçbir şekilde aykırılık söz konusu değildir. Zira biz inançlara hürmetkarız; dolayısıyla, dini temelli bu anayasal ilkeyi de benimsemek durumundayız. Aksi takdirde, iyi bir Müslüman olmaktan uzak düşeriz ki, herkes bilir ki bizler hakiki iman sahipleriyiz.
—Bu durumda Kanun-u Esasiyi kabul ediyorsunuz?
—Dinimizce tavsiye ediliyor, dolayısıyla iyidir.[2]
—Sultan hakkında ne düşünüyorsunuz?
—Onun hükümdarların en iyisi olabileceğini düşünüyorum.[3]
—Bu şekilde konuşmanızın nedeni onun halifelik sıfatı mı?
—Hayır, tam tersine. Bu eleştirilebilecek tek şeydir. Halifelik, tabiri caizse, Allah ile halk arasındaki (kalbi) münasebeti ve manevi yakınlığı zayıflatmaktır. Kudsiyete hiçbir şey bariyer olmamalıdır. Bu nedenle “halife” unvanı bana biraz gereksiz gibi görünüyor.[4]
—O halde siz bir tür ulusal demokratizasyondan mı yanasınız?
—Kesinlikle. Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için. Bizi sıkı sıkıya birleştirecek ve güçlü kılacak olan budur: maddi birlik, fikirde ortaklık, düşüncede bütünlük.[5]
—Hiç padişahla temasınız oldu mu?
—Hayır, olmadı. Onun yüksek kabiliyetlere sahip biri olduğu yönündeki şöhreti Kürdistan’a kadar ulaşmıştı. İşte bizi asıl şaşırtan da buydu. Diyorduk ki: Nasıl olur da böylesine meziyet sahibi biri, kendi tebaasına karşı bu kadar kötü niyetli olabilir? Kanun-u Esasi sayesinde anladık ki sorun çevresindeymiş. Zarar verici adamlar ortadan kalkınca, Sultan ve halk birbirini daha iyi tanıyacak ve sevecektir. Sultan, Kanun-u Esasi’yi ilan ederken, bundan her bakımdan ilk faydalanacak kişinin kendisi olduğunu mutlaka kavramıştır. Biz de onu daha çok seveceğiz.
—Peki, ya Osmanlı Komitesi?
—Yaptığı iş gerçekten büyük. Faydalı bir iş ortaya koymak için birçok meziyete sahip olmak gerekir. Dolayısıyla, bu Komite’yi oluşturan ve böylesine büyük bir başarıya imza atan kişiler, başkalarından daha yetkin kimselerdir. Bu Komite —diyorum size— büyük bir iş başarmıştır. Ama bu yalnızca bir başlangıçtır. Yapılacak daha çok şey var. Bir işi sürdürebilmenin en iyi yolu, ona gözleri kapalı – yani tüm benliğiyle – kendini adamaktır. Komite, Kanun-u Esasi’nin ilanı için nasıl gölgede çalıştıysa, bundan sonrasında da aynı şekilde perde arkasında çalışmalıdır. Geri planda kalmanın iki yararı vardır: Hem daha çok iş yapılır, hem de kişisel görüşlere ya da ne kadar meşru olursa olsun şahsi hırslara alan açılmaz. Üstelik bu, Komite’nin prestijini artırır. Böyle güçlü bir yapı görünmezliğini korudukça, halkın gözünde daha da büyür. Çünkü halk, ilerlemeyi görür ama bunun arkasında kimlerin olduğunu bilmediği zaman, onları olduğundan daha büyük ve güçlü hayal eder. Görünmezlik, başlı başına bir cazibedir.
—Bize biraz da Kürdistan’dan bahseder misiniz?
—Kürdistan, ilerlemeye açık bir memlekettir, beyefendi; entelektüel gelişim için çok elverişli bir coğrafyadır. Benim amacım, Kürdistan genelinde eğitimin yaygınlaştırılması için sürekli çalışmaktır. Orası vahşi bir bölge değildir; aksine, yeşillikler içinde gülümseyen, sular bakımından zengin, dinlendirici vadilere, ormanlık zirvelere ve kuş cıvıltılarının su şırıltılarıyla karıştığı geçitlere sahip bir yerdir. Ben, çevrenin insan üzerindeki etkisini savunan biriyim. Böylesine pastoral bir ortamda, sistematik olarak geri kalmış düşünceler filizlenemez. Benim milletim, entellektüel gelişime son derece yatkındır. Asıl mesele, bir eğitimci sınıfı oluşturabilmektir. Bilgiyi yaymakla görevlendirilen öğrenciler sayesinde, geçmişte cehaletiyle anılan Kürdistan, gelecekte bilimiyle, medeniyete katkısıyla ve ortak vatana hizmetleriyle tanınacaktır.
Şeyh Said böyle konuştu — söyledikleri altın değerindeydi. /Max Yvel
Not: Belgeye ulaşmamı sağlayan Edhem Eli Shekho’ya, çeviri sürecine katkılarından dolayı Sevda Orak Reşitoğlu ve Aurelie Magniez’e teşekkür ederim.
Dipnotlar
[1] Metindeki “l’instruction” (öğrenim/eğitim) kavramı, yalnızca temel eğitimle sınırlı olmayıp, bağlamsal olarak müsbet ilimleri (pozitif bilimleri) kapsayan bir anlama işaret etmektedir. Bu yönüyle kavram, Said Nursi’nin erken dönem metinlerinde sıklıkla dile getirdiği “ulum-u diniye ile fünun-u medeniyenin mezcedilmesi” fikriyle doğrudan ilişkilidir. (Nursi, 2019, s. 167). Nursi, Kürt toplumunun geleneksel eğitim kurumu olan medreselerin ıslahı aracılığıyla modern ve kurumsal bir Kürt eğitim sisteminin temellerini atmayı hedeflemiş; bu çerçevede dini ve pozitif ilimlerin birlikte öğretilmesinin zorunluluğuna dikkat çekmiştir.
[2] Said Nursi’nin, ‘hükümet-i düsturi’ (anayasal yönetim) olarak tabir ettiği Meşruti düzeni hem dinin toplumsal ruhuyla uyumlu bir sistem hem de siyasal gücün keyfiliğe ve istibdada dönüşmesini engelleyen bir mekanizma olarak ilkesel düzeyde savunduğu bilinmektedir. Bununla birlikte, Kanun-u Esasi’yi mutlak ve eksiksiz bir düzenleme olarak görmez. Bu nedenle, mevcut maddelerin dini-hukuki esaslar doğrultusunda daha yetkin ve açık hale getirilmesi gerektiğini belirtir (Nursi, 2019, s. 103, 514). Ancak Journal de Salonique’nin Bediüzzaman’a yönelttiği Kanun-u Esasi’ye dair sorular, verilen cevapların içeriği dikkate alındığında, anayasanın belirli bir yönüne işaret etmektedir. Bu yön, Selanik gibi Yahudi, Müslüman, Rum, Bulgar ve diğer toplulukların bir arada yaşadığı kozmopolit bir şehirde, din farkı gözetmeksizin Osmanlı tebaasına eşit haklar tanıyan yasal düzenlemelerdir.
[3] “Je pense qu’il peut être le meilleur des souverains.” (Bence en iyi hükümdar olabilir) ifadesi, Fransız retoriğinde diplomatik bir övgü biçimi olarak değerlendirilir. Bu tür söylemler, muhatapta yüksek bir liderlik potansiyeli bulunduğunu ima ederken, söz konusu potansiyelin henüz gerçekleşmediğine işaret eder. Bağlamı itibarıyla ifade, hem teşvik edici hem de üstü kapalı biçimde eleştirel bir anlam taşır. Nursi, Sultan’a barış mesajı göndererek onu meşrutiyet yönünde ilerlemeye teşvik etmektedir. Benzer bir yaklaşım, Selanik’te yaptığı “Hürriyete Hitap” konuşmasında da görülür; burada birbirine muhalif siyasi kamplara -sultan, ahrar ve ittihatçılar- seslenerek adalet, hürriyet, eşitlik ve meşrutiyet zeminini güçlendirme çağrısı yapar. (Nursi, 2019, s. 22) Nursi’nin bu söyleminin temelinde, ‘Sultan’ın sabık kusuratını derk ederek nedamet duyması ve kabul-ü nasihata istidad kesb etmiş olması’ düşüncesi yatar (Nursi, 2019, s. 168–169).
[4] Said-i Kürdi’ye atfedilen bu ifadeler, onun dönemin “prosedürel hilafetine” yönelik eleştirileriyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Bediüzzaman, siyasal otoritenin dini meşruiyetini önemsemekle birlikte, onu mutlak kutsanmışlık zırhıyla donatmak üzerine kurulu bir meşruiyet anlayışını kategorik hata olarak görür. Ona göre, politik olanı akideleştirmek ya da bu alanda içtihadi olanı mutlaklaştırmak, açıkça eleştirilmesi gereken bir durumdur (Nursi, 2019, s. 234). O, dini rehberliğin şura temelli bir anlayışla temsil edilmesine ya da Hz. Hasan dönemine kadar süren tarihsel hilafete değil; hilafetin dogmatik bir otoriteye dönüşerek ilahi irade adına siyasi alanı bloke etmesine ve bir tür saltanata evrilmesine karşıdır. Said-i Kürdi, II. Meşrutiyet sürecinde hilafetin meşruiyetini salt siyasi otoriteye veya unvana dayandırmak yerine; adalet ve peygamberi esaslara bağlılıkla temellendirmiştir. Bu yaklaşım, onun dini simgelerle istibdadın yan yana gelmesi karşısında gösterdiği sert tepkinin de bir yansımasıdır (Nursi, 2019, s. 267). Selanik’e gitmeden hemen önce İstanbul Kürtlerine yaptığı konuşmalarda bu yaklaşımını şöyle ifade etmiştir: “Padişah ne zaman Peygamberimizin emrine itaat eder ve onun yolundan giderse halifedir; biz de ona itaat ederiz. Ancak Peygamber’e tabi olmayıp zulmeden biri, padişah dahi olsa hayduttur” (Nursi, 2019, s. 160). Bu ifadelerden yaklaşık bir yıl sonra kaleme aldığı Münazarat adlı eserinde, dinin korunmasının salt otoritelere veya belirli kurumsallıklara terk edilmesinin doğuracağı sakıncaları şu sözlerle dile getirir: “Acaba biçare bir padişaha, yahut müdahin memurlara veya mantıksız polislere itimat edilip, dinin himayesi onlara bırakılırsa daha mı iyidir; yoksa efkar-ı amme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslamiyenin madeni olan —herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye— envar-ı ilahiyenin parıltılarının birleşmesinden ve hamiyet-i İslamiyenin parlak kıvılcımlarının kaynaşmasından meydana gelen o nurani sütunun ve elmas kılıcın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir?” (Nursi, 2019, s. 95).
[5] İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin adında da yer alan ‘ittihad’ kavramı, Osmanlı’daki farklı etnik unsurların birliğini (ittihad-ı anasır) ifade etmek üzere kullanılmıştır. Ne var ki bu birlik idealinin zamanla bir asimilasyon politikasına evrilip evrilmeyeceği yönündeki tereddütler, dönemin siyasal yapısını doğrudan etkilemiş; ‘ittihad’ (birlik) ile ‘itilaf’ (anlaşma) kavramları arasındaki tercih, parti oluşumlarına bile yansımıştır (İttihat ve Terakki Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası). Bediüzzaman, meseleyi lafzi tartışmaların ötesinde, inşacı ve dönüştürücü bir bakış açısıyla ele alır. Onun hedeflediği meşrutiyet modeli, vesayetçi olmayan, yani halkların iradelerini yok saymayan ve tüm milletler için ‘sebeb-i saadet’ olan bir siyasal sistemdir. (Nursi, 2019, s. 189, 190) Nursi’nin desteklediği ulusal demokratikleşme süreci (démocratisation nationale), farklı milliyetlere (nationalities) temsil hakkı tanıyan, etnik kimliklerini güvence altına alarak varlıklarını sürdürebilmelerine imkan tanıyan ve aynı zamanda bu unsurları ortak değerler etrafında bütünleştiren çoğulcu bir demokratikleşme modelini esas alır. (Nursi, 2019, s. 23, 188.) Bu çerçevede, maddi birlik (l’union matérielle) kavramı, ortak vatan (la patrie commune) ve ortak devlet anlayışıyla doğrudan bağlantılı olup, bir arada yaşama idealini yurttaşlık temelli bir zeminde tanımlar. Ortak vatan söylemi her ne kadar bireyden ulusala uzanan çok katmanlı bir yurttaşlık öznesi inşa etse de, bu metindeki bağlamsal anlam, Kürt, Türk, Ermeni, Arap, Arnavut, Yahudi ve Rum gibi Osmanlı unsurlarının teritoryal ortaklıklığı olarak öne çıkar. Fikirlerin paylaşımı (la communion d’idées) ise, parlamentodaki farklı temsilciler arasında yürütülen siyasal müzakerelerin yanı sıra, basın yoluyla şekillenen kamuoylarının karşılıklı etkileşimini ifade eder. Son olarak, düşünce birliği (l’unité de pensée) kavramı, farklı toplumsal ve siyasal kesimlerin ortak bir siyasal vizyona ulaşması anlamına gelir.
Kaynakça:
- Nursi, S. (2019).İçtimai Dersler (s. 22, 23, 95, 103, 140, 145, 160, 167, 168, 169, 188, 189, 190, 234, 267, 514). Zehra Yayınları.
- Nursi, S. (2019).Kastamonu Lahikası (s. 55). Zehra Yayınları.
- Zınar, M. (2022).Said-Kürtlüğün Kayıp Risalesi (ss. 60–70). Nubihar Yayınları.
- Journal de Salonique. (1908, September 6, 8, 10). [Text version]. Gallica.https://gallica.bnf.fr
Kaynak: kurdarastirmalari.com