Eski Bakan Hüseyin Çelik’in dün ilk bölümünü yayınladığımız söyleşisi kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. Söyleşinin ikinci bölümünde de Çelik, yine dikkat çekici değerlendirmelerde bulundu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yüz binlerce insanın soruşturulduğuna dikkat çeken Çelik, bir genel affın “zaruret olduğunu” savunuyor. Çelik’e göre MHP’yle ortaklık AK Parti’ye zarar verirken, muhalefet partileri ise umut ve güven vermiyor. Çelik’in Ekrem İmamoğlu’nun diplomasına ve yargılanmasına ilişkin sözleri de tartışılacak cinsten.
(The Turkish Post) – TARIK GÜNDOĞAN
AK Parti kurucularından, eski Kültür ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in dün yayınladığımız röportajı büyük yankı uyandırdı. Çelik, mülakatın ikinci bölümünde de, Türkiye’de yaşanan yargı süreçlerinden, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına, İmamoğlu’nun 30 yıllık diplomasının iptal edilmesinden, ülke genelinde sürekli gündeme getirilen genel af gibi pek çok konuda önemli değerlendirmelerde bulundu. Hüseyin Çelik, bu kadar siyasi suçlunun olduğu bir ülkenin olamayacağına dikkat çekiyor.
15 Temmuz darbe girişiminin sonrasında yüz binlerce insanın mağdur edildiğine dikkat çeken Hüseyin Çelik, “Hayatı boyunca eline silah almamış, kimseyi öldürmemiş, öldürmeye teşebbüs dahi etmemiş insanları ‘irtibat’ ve ‘iltisak’ gibi subjektif ve çoğu da uydurma kavramlarla cezaevlerine tıkamak hiçbir adalet sistemiyle bağdaşmaz” ifadelerini kullanıyor. 15 Temmuz’u tahrik, tertip ve tatbik eden kim varsa sivil veya asker hepsinden mutlaka hesap sorulması gerektiğine dikkat çeken Çelik, buna karşın darbe girişiminin mağdur ve mazlumu olmuş insanlar için de genel affın mutlaka çıkarılması gerektiği ni vurguluyor.
Hüseyin Çelik’le röportajımızın ikinci bölümünü okurlarımızın dikkatine sunuyoruz…
“BU KADAR SİYASİ SUÇLUNUN OLDUĞU ÜLKE OLAMAZ”
Yeni çözüm süreci tartışmaları başladığı günden beri genel af, kısmi af veya infaz yasası tartışmaları da beraberinde yürüyor. Türkiye’de hali hazırda bir genel af ihtiyacı var mı?
Zaruret derecesinde ihtiyaç var. Bu kadar çok siyasi suçlunun olduğu bir ülke olamaz. Durmadan yeni ceza evleri inşa ediyoruz. Buna rağmen insanlar cezaevlerinde istif halinde yaşamaya çalışıyorlar.
1980’li yılların başından beri devam eden PKK meselesi, 15 Temmuz Darbe Kalkışması ve sonrasında yaşananlar, yüzbinlerle ifade edilen insanların mağduriyetine sebebiyet vermiştir. Hayatı boyunca eline silah almamış, kimseyi öldürmemiş, öldürmeye teşebbüs dahi etmemiş insanları “irtibat” ve “iltisak” gibi subjektif ve çoğu da uydurma kavramlarla cezaevlerine tıkamak hiçbir adalet sistemiyle bağdaşmaz. Darbe teşebbüsüne sürüklenen askeri okul öğrencilerinden tutun da hiçbir şeyden haberi olmayan askeri personele, emniyet mensuplarına varıncaya kadar bizatihi darbe girişiminin mağdur ve mazlumu olmuş insanlar için genel af mutlaka çıkarılmalıdır.
“KHK’LILAR MESELESİ YENİDEN ELE ALINMALI”
Herhangi bir yargı kararı olmadan işlerine son verilen , KHK’lılar Meselesi, on binlerce masum insanın çoluk çocuğunun açlığa mahkum edilmesi maşeri vicdanda derin yaralar açmıştır. Elbette 15 Temmuz’u tahrik eden, tertip eden, tatbik eden kim varsa sivil veya asker hepsinden mutlaka hesap sorulmalıdır. Ancak kurunun yanında yaşları yakan adalet, adalet olamaz. PKK’nın silahlı mücadeleden çekildiğini ilan etmesinden sonra, o cenahta da suçluluğu ayan beyan olmayan insanlarla ilgili olarak genel bir af kaçınılmazdır.
İnsanları sözlerinden, yazdıklarından, tercihlerinden, kime ve neye olursa olsun, sempati veya antipati duymalarından dolayı mahkum eden, onları mağdur eden bir devlet, kendi ayaklarına sıkıyor demektir.
“SAYIN ERDOĞAN, KARİZMATİK BİR LİDERDİR”
Kısa bir süre önce eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun katıldığı bir programda “Erdoğan sonrası”nın tartışıldığı görüldü. Biz bu haberi TurkishPost’ta haberi verirken “ilk kez tartışılıyor” başlığını kullandık. Ne dersiniz, artık AKP içinde de “Erdoğan sonrası” tartışıldığına göre geleceği nasıl görüyorsunuz? Kimler öne çıkabilir sizce?
Sayın Erdoğan karizmatik bir liderdir. Karizmatik liderlerin partileri kendilerinden sonra uzun boylu yaşayamaz. Lider kültü ortadan kalktığı zaman bütün büyü ve cazibe de ortadan kalkar. Merhum Süleyman Demirel karizmatik bir liderdi. Kendisi partisini bıraktıktan sonra Doğru Yol Partisi iflah olmadı. Her seçim halk desteğini biraz daha kaybederek nihayet tarihe karıştı. Anavatan Partisi’ni kuran ve karizmasıyla sürükleyen Merhum Özal partinin başından ayrılınca ANAP’ın akıbeti de DYP’ninkiyle aynı oldu.
“HİÇBİR PARTİ, AK PARTİ KADAR LİDERİYLE ÖZDEŞLEŞMEDİ”
Hiçbir parti, Ak Parti kadar lideriyle özdeşleşmiş değildir. Liderlik, eşitler arasında birinci olmaktan çıkıp mutlak otorite haline gelince, Ak Parti’ye hayat veren kadro dağılınca artık parti eşittir Erdoğan haline gelmiştir. Biz partiyi kurduğumuz zaman Ak Parti milletin partisi idi. Şimdi parti devletleşti; devlet de partileşti. Ak Parti millet adına devlet nezdinde siyaset yapan bir parti iken şimdi devlet adına millet üzerinde siyaset yapan bir yola girmiştir. Bir parti devletin partisi olmuşsa tabutunu hazırlamış demektir.
“MUHALEFET PARTİLERİ ÜMİT VE GÜVEN VERMİYOR”
Bugün Ak Parti’nin ciddi bir varlık göstermesi kendi maharet ve marifetinden değil, muhalifi olan partilerin ümit ve güven verememesinden kaynaklanıyor. Sayın Erdoğan’dan sonra kimin partinin başına geçeceğini, bu tespit ve sebeplerden dolayı tartışmayı gereksiz görüyorum. Özal’dan sonra merhum Yıldırım Akbulut’un partinin başında olması ile merhum Mesut Yılmaz’ın partinin lideri olması arasında çok bir fark yoktu. İki durumda da sonuç zeval idi.
“İDEOLOJİK PARTİLER, KİTLE PARTİLERİNE ZARAR VERİYOR”
Ak Parti’nin MHP’yle ittifak kurmasını sürekli eleştirdiniz. Bugün yine MHP ittifakının Ak Parti’ye kaybettirdiğini düşünüyor musunuz?
MHP ve benzeri ideolojik partiler, hangi kitle partisi ile ortak olsalar mutlaka ona zarar verirler. 1975’te kurulan Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti’nde, TBMM’de sadece üç milletvekili olan MHP’nin, biri Başbakan yardımcılığı olmak üzere iki bakanlığı vardı. 1977 seçimlerine gidildiğinde 1. MC’nin koalisyon ortağı MHP yüzde 3 olan oyunu, yüzde 100 artırırken büyük ortak Adalet Partisi, kendisinden kopan ve 1973 seçiminde yaklaşık yüzde 11 oy alan Demokratik Parti 1977’de yok olduğu halde, üstünlüğü merhum Ecevit’in CHP’sine kaptırmıştı. MHP 3 olan milletvekili sayısını 16’ya çıkarırken AP ikinci parti olmuştu.
“MHP İLE ORTAKLIK, AK PARTİ’YE OY KAYBETTİRDİ”
MHP’nin Koalisyon ortaklığı 1999 seçiminde birinci parti olan DSP’ye de hayır getirmemişti. MHP ile iş birliği yaptığı tarihten beri Ak Parti’nin de oyu azalıyor. Tabii ki Ak Parti’nin oylarının erimesinin tek sebebi MHP ile olan ortaklığı değil ama önemli sebeplerden biridir. Edirne’den Van’a kadar her bölgeden ve her etnik unsurdan oy alan Ak Parti, Türkçülük ideolojisi üzerinden siyaset yapan MHP ile ortak olunca Kürtlerden aldığı oyların çok önemli bir kısmını kaybetmiştir. Tek başına hareket ettiği zamanlar hem Doğu’da hem de Güneydoğu’da birinci parti olan Ak Parti bu konumunu DEM partiye kaptırmıştır. Büyükşehirlerdeki Kürt oylarının önemli bir kısmı ise CHP’ye kaymıştır.
“50 GRAM SİYAH BOYA, BEYAZ BOYANIN RENGİNİ BOZAR”
Bir teneke beyaz boyanın içine 50 gram siyah boya katarsanız artık o boya, beyaz boya olmaktan çıkar grileşir. İdeolojik partiler küçük de olsalar içine girdikleri büyük bünyeyi kendilerine benzetirler. Mesela 70’li yıllardaki MC hükümetlerinde Milli Eğitim Bakanları hep Adalet Partili idi ama bakanlıkta Adalet Partisi’nin değil, MHP’nin borusu ötüyordu. Bugün de birçok bakanlıkta MHP’li bürokratlar, Ak Parti bandıralı gemiyle MHP adına taşımacılık yapıyorlar. Ak Parti, etnik temelli siyaset yapan partilere mesafeli olmalı. İster Türkçü ister Kürtçü…
“AK PARTİ, KÜÇÜK ORTAĞINI KENDİNE BENZETEMEDİ”
Ak Parti, küçük ortağını kendisine benzetemedi, kendisi birçok konuda MHP çizgisine geldi. Yüzde 34 oy oranı ile hem başbakanı hem Meclis Başkanını hem de Cumhurbaşkanını kendi partisinden seçebilen Ak Parti, tek adamlık hırsı ve hevesiyle kendisini yüzde 50+1’e, dolayısıyla MHP’ye mahkum hale getirmiştir.
Ben oldum olası içerde “Cepheci” yaklaşımları tehlikeli bulurum. Demokrat Parti’nin “Vatan Cephesi” kendi sonunu hazırladı. Milliyetçi Cephe hükümetleri Türkiye’ye bir şey kazandıramadı ama çok şey kaybetti. Bugünlerde kullanılan “İç Cephe” ifadesini de yanlış buluyorum. “Cephe” bir savaş terimidir. Bunun yerine “İç bünye”yi güçlendirmekten söz edebiliriz. Ak Parti, MHP ile birlikte bir milliyetçi cephe oluşturmuştur. Kutuplaşma, çatışma, gerilim, gerginlik, düşman yaratma ve bu yolla tabanını konsolide etme mantığına dayalı bu siyaset anlayışı, Türkiye’ye çok zarar verdi ve vermeye devam ediyor.
“SARAY’DAKİ DANIŞMAN ZAMAN ZAMAN ERDOĞAN’A DA AYAR VERİYOR”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanlarından birisi için “Sarayda kanunların efendisi haline getirilmiş bir komünist bozuntusu” ifadesi kullanıyorsunuz. Söz konusu danışman ile görüşme durumunuz oldu mu? Ya da Erdoğan’ın politikaları üzerinde onun mu etkisi olduğunu düşünüyorsunuz?
Görüşmedim, görüşmek de istemem. Herkese ayar çekip sabah akşam ahkam kestiğine göre demek ki, bir yerlerden güç alıyor. Adı geçen zat, Sayın Erdoğan’a da zaman zaman ayar veriyor. Bir yurt dışı seyahatinden dönerken Sayın Cumhurbaşkanı, gazetecilere 50+1’in gözden geçirilebileceği anlamına gelecek açıklamalarda bulundu. Söz konusu danışman hemen ardından 50+1’in kırmızı çizgileri olduğunu beyan buyurdu! Saray’da üçlü bir koalisyon var. Sayın Cumhurbaşkanı (dikkat buyurun, Ak Parti demiyorum) MHP’nin şahs-ı manevisi, ulusalcı-solcu derin devlet uzantıları…
“KEMALİST MİLİTAN YARGININ YAPTIKLARINI, FİRAVUN MUSA’YA YAPMADI”
Siyasi iktidarın, 19 Mart sonrasında başta İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere belediye başkanlarına yönelik soruşturmalar ve devamında kayyum kararının perde arkasında ne var sizce?
Daha önce çeşitli vesilelerle söyledim. Ak Parti’nin iktidarının ilk on yılında Kemalist militan yargının bize yaptıklarını Firavun Musa’ya yapmamıştır. Ak Parti’ye kapatma davası açılması ve kapatmanın direkten dönmesi dahil yaşananlar, hukuk skandalı idi. Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu, Nuh Mete Yüksel, Nusret Demiral, Yekta Güngör Özden gibi isimlerle ilgili hafızalarımız çok kötü hatıralarla doludur.
“O GÜN YARGININ BİZE YAPTIĞI NE KADAR YANLIŞSA, BUGÜN CHP’YE YAPILANLAR DA YANLIŞ”
O gün bize yapılanlar ne kadar yanlış ve kabul edilemezse bugün de CHP’ye, Ekrem İmamoğlu’na ve ötekilerine yapılanlar da o kadar vahim hukuk skandallarıdır. Elbette kimsenin suç işleme imtiyazı veya hakkı yoktur. Suç varsa şüphesiz ki cezası da olmalıdır. Kimseyi aklamak gibi bir niyetim de yoktur. Ancak İstanbul gibi bir metropolün belediye başkanını, üstelik gizli tanık ifadelerinden başka elle tutulur delil yokken tutuklu yargılamak bana göre akla ziyandır. Yapılan operasyonlarda, belediye başkanları ve üst düzey bürokratları rencide edici görüntülerle teşhir etmek resmen itibar suikastıdır.
“RAKİPLERİNİZ OLAN PARTİLERLE SANDIKTA MÜCADELE EDERSİNİZ”
Rakipleriniz olan siyasi partilerle sandıkta mücadele edersiniz. Güç, yetki ve irade bizde diye onların karşısına devletin gücünü dikmenin, onlara karşı yargıyı sopa olarak kullanmanın demokrasilerde, hakta, hukukta karşılığı yoktur. Ne yazık ki, biz de kendi militan yargımızı oluşturmuş bulunuyoruz. Eskiden derin devlet, hoşuna gitmeyen partileri ve iktidarları ya asker eliyle ya da yargı eliyle terbiye ederdi. Türkiye’deki darbeler ve kapanan siyasi partilerin hikayesinde hep bu anlayış vardır.
“AK PARTİLER, ‘SAYIN BAKANIM SİZ CHP’Lİ DEĞİLSİNİZ’ DİYE BENİ ARIYOR”
Daha önce hem militarizmin hem de yargının mağduru olmuş bir iktidar, şimdi rakibi olan ana muhalefet partisini yargı ve polis marifetiyle terbiye etmeye çalışıyorsa bu tam bir akıl tutulmasıdır. Sizi hedefe götüren her vasıta meşru değildir. Hem amacınız hem de başvurduğunuz vasıtalar meşru olmalı. İnsani olan da İslami olan da budur.
Beni arayan bazı Ak Partili arkadaşlarım, bana “Sayın Bakanım, siz CHP’li değilsiniz ki, niçin onları savunuyorsunuz?” diye soruyorlar. Onlara da şunu söylüyorum. Ben tabii ki CHP’li değilim ama benim yaptığım CHP veya CHP’liyi savunmak değil, ben hakkı savunuyorum ve kime haksızlık yapılırsa yapılsın bunun haksızlık olduğunu söylüyorum. Bu, benim insanlığımın, vicdanımın ve Müslümanlığımın gereğidir. Benim kadın haklarını savunmam için herhalde kadın olmam gerekmiyor. Benim Yahudi, Ermeni veya Rum bir komşum olsa ve onlar bir haksızlığa, hukuk dışı bir dayatmaya muhatap olsalar benim onları savunmam için Yahudi, Ermeni veya Rum olmama, hatta Müslüman olmama da gerek yoktur. Böyle bir şey için insan olmam yeterlidir.
“KİME HAKSIZLIK YAPILIRSA YAPILSIN, HAKSIZLIĞA UĞRAYANIN YANINDA OLMALIYIZ”
Ben, muhafazakar, kendisine dindar diyen arkadaşlarıma daima Hilfu’l-Fudul’u hatırlatıyorum. İslamiyet nazil olmadan, yani Hz. Peygamber’e peygamberlik gelmeden Mekke’nin ileri gelenleri ile bir araya gelip bir yemin ediyorlar. Buna göre Mekke’de dini, mezhebi, aşireti ne olursa olsun, kime haksızlık yapılırsa yapılsın hepsi güç birliği yaparak haksızlığa uğrayan kişi veya kişilerin arkasında duracaklar. Bunun adı Hilfu’l-Fudul’dur. Peygamber olduktan sonra sahabeler kendisine soruyorlar, “Ya Resulullah, siz hala bu müessesenin arkasında mısınız?” Cevap “Evet”tir.
“KAYYUM ATAMALARI KANUNİ OLABİLİR, ASLA AHLAKİ DEĞİL”
Olur, olmaz Kayyım atamaları, onun bunun mallarına, kesin mahkeme kararları olmadan el koymalar, en fazla ne yazık ki Ak Parti iktidarında başvurulan hukuk dışı uygulamalardır. Bunlar, kanuni olabilir ama asla ahlaki ve hukuki olmayan şeylerdir. Keyfi “müsadere” 1839’da Tanzimat Fermanı ile kaldırıldı. Neredeyse iki asır sonra bunun tekrar hortlatılmış olması Türkiye’ye, muhafazakar bir iktidara yakışmamıştır.
İMAMOĞLU, İKİNCİ KEZ BAŞKAN SEÇİLMESEYDİ, NE DAVA AÇILIR NE DE DİPLOMASI İPTAL EDİLİRDİ”
Siz bir akademisyen ve siyasetçi olarak, İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesine sert tepki göstermiştiniz. AK Parti içinde, bilinçli olarak bu hataların yapılmasını nasıl okumak gerekiyor?
Daha önce de söyledim. Şayet İmamoğlu ikinci kez İstanbul Belediye Başkanlığını kazanmamış olsaydı, İstanbul’daki birçok ilçe belediyesini AK Parti’nin elinden almamış olsaydı, kendisine ne bu davalar açılır ne de diploması iptal edilirdi. Diploma iptali kendi başına korkunçtur. Otuz küsur yıl sonra diploma iptal etmek bize mahsus garabetlerdendir. O tarihte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’deki bütün üniversitelerin diploması zaten denk kabul ediliyordu. Yatay geçiş esnasında yapılan usul hataları varsa bu İmamoğlu’nun veya Türkiye’de saygın bir üniversitede profesör olan hanımefendinin suçu değil, Üniversite yönetiminin suçudur.
“İŞLETME FAKÜLTESİ DEKANI, ONURLU BİR TAVIR SERGİLEDİ”
İşletme Fakültesi Dekanı bilim adamı vasfına uygun onurlu bir tavır sergilerken ne yazık ki İstanbul Üniversitesi’nin Rektörü ve Yönetim Kurulu aynı omurgalı tavrı sergileyememiştir. 1960 Darbesi’nden sonra Ankara’ya davet edilen İstanbul Üniversitesi’nin hukukçu Rektörü Sıddık Sami Onar ve beraberindeki hocalar, Çankaya Köşkü’nde darbenin lideri Cemal Gürsel’in ellerine kapanarak “Paşam kutlu bir ihtilal yaptınız” demişlerdi. Hâlbuki Cemal Gürsel ve MBK’nin en büyük korkusu Üniversite’nin yaptıkları darbenin meşruiyetini sorgulaması idi.
Üniversite zelil olursa gerisi peşinden gelir. Maalesef bugün akademi camiası bütün haksızlıklar karşısında sus pus olmayı tercih ediyor. Keçecizade İzzet Molla’nın meşhur beyiti ne yazık ki günümüz Türkiyesi için de geçerlidir:
Meşhurdur ki, fısk ile olmaz cihan harap;
Eder anı müdahane-i aliman harap…
Yani, günahla cihan harap olmaz, alimlerin yağcılıkları ve haksızlık karşısındaki suskunlukları dünyanın yıkılışına sebebiyet verir. Maç esnasında rakibi bilerek isteyerek sakatlamakla siyasi rakibinizin hukuk dışı yollarla elini ayağını bağlamak arasında bir fark yoktur.